Türkçe'nin Gül Bahçeleri

nihatsamibanarli

Türkçe'nin Gül Bahçeleri-Nihad Sâmi Banarlı

Bir gün, sokakta; “kandil gülleri!…” diye bağıran bir satıcı sesi duyar ve yollarda güller satılıyor zannederseniz, aldanırsınız, satılan, gül değil, kandil simitleri, kandil çörekleridir. Yağlı veya susamlı bu simitler, müslüman Türk evlerinin, mübarek gün ve gecelerde âile sofralarını süsleyen, temiz ve lezzetli yiyeceklerdir.
Eski Cermen putperestlerinin ve hıristiyanların Noel Baba’ları, nasıl çocuklara hediyeler, oyuncaklar yemişler getirirse, müslümanların hakîkî âile babaları da, öteden beri, kandil akşamlarında evlerine bu kandil çörekleri ve kandil şekerleriyle dönerler.
İşte bu kandil çörekleri, belki de ince ve gül renkli kâğıtlara sarıldığı, müslüman Türk sokaklarını çiçekler gibi süsledikleri için, halk satıcıları, onları yalnız kendi hakîkî adlariyle ve kandil çörekleri diye değil de tam bir mecaz veya teşbih ihtiyâcıyle, kandil gülleri sesleriyle satarlar.

Bâzan, bakarsınız, sokakta bir satıcı “körpe badem” diye haykırır. Eğer siz, taze badem çıkmış diye aldanır ve badem almak arzûsıyle kapıya veya pencereye koşarsanız, göreceğiniz badem değil salatalık’tır. Halk satıcısı, ona, körpeliğinden kinâye mi, badem demekten hoşlanır? Bunun belki daha ince bir sebebi vardır. Çünkü salatalık bu sebzenin nâzik adıdır. Onun asıl adını, sokaklarda “hıyar!” diye bağıra bağıra söylemeği, satıcı elbette güzel bulmaz. Hele bu kelimenin “çoğul”unu bağırmak, birçoklarını incitebilir. Bundan alınanlar, bu haykırışı kendilerine hakâret sayanlar olur. Halk satıcısı bunu bilir ve müşterilerine daha nâzik bir dille seslenebilmek için, sattığı şeyi badem güzelliğiyle süslemeğe, yumuşatmaya çalışır. O, böyle satarken, siz sokaklarınızda ilkbaharın çiçek veren ilk güzel ağacının bahar manzarasını ve bu görünüşün neş’esini duyarsınız.

Satıcılıkta böyle mecazlar kullanış, Türk halk ticâretine henüz maddeci Batı reklâmcılığı girmeden evvel, asırlarca yaşamış, yerli bir reklâm zekâsıdır.
*
Küçük bir dikkat, bizim sokaklarımızda, bizim çarşılarımızda meyvaların, sebzelerin ve daha nice şeylerin ekseriyâ kendi adlarıyle satılmadığını gösterir:
Kavak inciri’nin, satıcı lisânında adı yazılı kavak’tır. Türkçede alın yazısı, el yazısı, ak yazı ve sâdece yazı diye kullanıldığı zaman da güzel ve ince mânâlar taşıyan bu kelime, kavak inciri’nde başka bir tad’dır. Aslında bu mecaz, olmuş bir incirin kabuğunun çatlamasiyle meydana gelen çizgi çizgi güzellikten doğuyor. Başka bir halk söyleyişine göre bu yazı, incirin elif elif çizilmesidir. Olmuş kavak incirlerinin kabuklarında, onları yiyeceklere mes’ud bir alınyazısı vaat eden bu sihirli çizgiler, biraz el falı, bir çok da bizim bilmediğimiz bir lisânın mısrâlarıdır.
Görünüşleri, zamânımızın kesik kesik, yamrı yumru şiirlerine nisbetle, bir incir ağacı tarafından yazılmış, daha üstün bir şiir hissini verir. Bu şiir, meyvasını daha güzel göstermek isteyen sanatkâr ruhlu bir ağacın ince terennümüdür ki, bize tabiat adlı büyük ressamın kalem oyunlarını da gösterir. Türk halk dilinde yazılı kavak, yalnız bu incirin değil, aynı zamanda, bu şiirin ve bu resmin adıdır.
*
Hâlid Ziya Uşaklıgil, “Ben eski Babıâli kâtiplerinden işittiğim süslü dili sevdiğim gibi, Aksaray’da karpuz sergisinde müşteri ayartmak için çığırtkanlık eden Türk delikanlısının türlü zarafetlerle dolu Türkçesini de sevdim.” diye öğünür. Bu, Türk milletinin yarattığı ve yaşattığı bütün kelimeleri, bütün söyleyişleri sevebilme ruhudur; ister Türkçe, ister Türkçeleşmiş her kelimeyi, her söyleyişi, onların halk dilinde büründükleri güzellikleri ve incelikleri bile bile sevebilme anlayışıdır. Böyle anlayışlar, ya milletin kendisinde yahut yetiştirdiği hakîkî büyüklerin ruhunda ve iz’ânında bulunur.
Hâlid Ziyâ’nm hoşlandığı bu sergilerde karpuz’lar neden kurabiye diye satılır? Karpuzla kurabiye arasındaki ince benzerliği ve çok manâlı ortak vasıfları, zeki Türk halkı, nasıl ve nereden bulur?
*
Armud’un reklâm dilindeki adı, neden tereyağı’dır? Kavun’ları, ne diye bir isim söylemeden bal kutuları diye satarlar? Sokaklarda çiy bal sesleri, niçin semâmıza dut mevsiminin geldiğini müjdeler?..
Mustâbey adı da tek başına bir armudun adıdır. Ancak burada ne armud ne de Mustâbey, bir hakâret mânâsında değildir. Çünkü bu Mustâ Bey, rivayete göre herhangi bir şahıs değil, büyük hürmet gören bir insandır: “Bizirn öz mûsikîmizin pîri” bilinen Büyük Itrî, o engin mûsikîsinden başka, İstanbul surları dışında bir çiçek ve meyva bahçesi sâhibiydi. Itrî’nin asıl adı Mustafa olduğu için, merakla işleyerek elde etiği bir çeşit armuda halk Mustâbey armudu demiş fakat bunu söylerken Itrî’ye olan derin sevgi ve hürmetinden bir zerre eksilmemişti.
Aynı meyva dili’nde meselâ şeftâli’nin adı neden değiştirilmez? Satıcılar, neden bu meyvayı “şeftaliler!.” diye satmaktan ayrı bir zevk duyarlar? Bunun sebebi, kelimenin zâten türlü mânâlarda kullanılan bir mecaz olması mıdır? Değil de aslı Şeft-âlû: Semiz erik demek olan bu sözü, mânâdan ziyâde güzel bir ses olarak kullanmak mı hoşlarına gidiyor?
Zerdâli de öyledir. Onun da aslı zerd-âlû: Sarı erik’tir. Ama, bizim halkımız bu meyvanın adını sanki Türkçe dal sözüyle alâkalı zanneder. Bu dal’ı ince bir sevgili gibi düşünür. Kelimeyi o’nun inceliğine uysun diye bir inceltişi, bir dâli söyleyişi, sanırsınız, bundandır.
Ama, aynı meyvanın adı köy Türkçesi’nde zerdeli’dir. Bu, Yunanca kastanon kelimesinin Türk şehir Türkçesinde kestane ve köy Türkçesinde kesetene oluşunu andırır.
Şu son zamanlarda sokaklarımızda karpuz gibi, Şeftaliler! Zerdaliler!… gibi meyva adlarının biraz fazla bağırılarak satılışı başka bir şey düşündürüyor: Dilcilerimiz belki onların da adını değiştirirler diye, halk satıcıları bu kelimelerin sesi kulaklarımızda yerleşsin istiyorlar.
*
Hâlid Ziyâ’nın, dillerinde türlü zarâfetler bulduğu meyva satıcıları, bu meyvaları bâzan da yanlarına yaklaşan müşterilere ve yoldan geçen insanlara göre ayarlayarak satarlar. Geçenlerin kadın, erkek, güzel, çirkin, tombul ve zayıf oluşlarına göre meyvacı dükkânlarından veya sergilerinden yükselen meyva adı başka başkadır.
Meyvaların adları ve cinasları o anlarda çok manâlı ve kinâyeli söylenir. Bir zarafet lisânını, bir nükte çeşnisini aşmamak ve bir tecâvüz derecesi almamak şartiyle, bu seslenişlerde bile, bir zekânın Türkçesi vardır.
*
Türkçede sebze isimleri, havuç, şalgam, patlıcan, ıspanak, pırasa, hatta lahana ve karnabahar, pek de güzel adlar değildir. Türk mutfağı, bunların güzelliklerini gâliba o çirkin adlardan o güzel lezzeti çıkarmaktaki san’ata bırakmıştır. Fakat meyva ve çiçek adları böyle değildir. Bâdem’in göz güzelliğinden, gül’ün gülüş güzelliğine kadar, meyva ve çiçeklerin bütün lezzeti biraz da adlarındadır.
Yâsemin, lâle, sümbül, gül, menekşe, zerren, zanbak, şekayık, nilüfer, nar ve şeftâli, daha bir çok benzerleriyle birlikte, sâde bahçede birer çiçek değil, aynı zamanda dilde birer mecazdır. Bunlardan çoğunun bilhassa kız çocuklarına isim olması da bundandır. Farsçada çiçek demek olan gul, hem bir gül inceliğini hem de bir güllü isimler saltanatı’nı Anadolu’da yaşamıştır: Bu gün, Türkiye’de köylü ve şehirli olarak nice güzel Türk kadını Güldalı, Güldâne, Gül’izar, Gülfidan, Yazgülü, Kırgülü, Ayşegül gibi, güllü adlar taşıyor.
*
Türkçenin Gül Bahçeleri, işte vatan şehirleri, köyleri, kırları gibi, Türk ve Türkçe olmuş bu sözlerin aktığı ırmak kenarlarında açıyor.
Bütün bu isimler, sözler ve söyleyişler, Türkçe’nin vâr olduğu asırlardan beri her kelimeyi başka başka mânâlarda kullanmayı zevk edinmiş bir halkın icâdıdır. Târihin hiç bir devrinde çağdaş medeniyet dilleriyle kelime sayısı bakımından bir hizaya gelememiş Türkçe’nin aradaki boşluğu doldurma dehâsı da böyledir: Her kelimeyi birçok güzel mânâlarla süslemek… Faruk Nâfiz’in:

Cemşid eli dökmüşse nasıl câma sabûhu
Mânâyı odur lâfza koyan, maddeye ruhu

diye târif ettiği şâir, bu bakımdan, bütün Türk halkıdır. Bu yüzden, Türkçenin Gül Bahçeleri, bir çok da Türk halk zevkinin yarattığı mecaz bahçeleri’dir.

Nihad Sâmi Banarlı, Türkçenin Sırları, 2.baskı, sayfa: 139-144

Share this:

Yorum Gönder

 
Copyright © Full Programlar indir. Designed by OddThemes & Best Wordpress Themes 2018